Pages

31 Mart 2010

310310

Evet ne diyordum..

Duvardaki "Barclays" yazısını incelerken müzede çalışan çocuğun biri geldi... Çocuğa geçmeden bu Swansea'de çok ilginç şeyler oldu. Mesela ilkokul, ortaokul ve lisede öğrendiğim bilgiler boşa gitmesin diyip elimde haritayla bulunduğum yerin izohipsini çıkarmaya çalışırken, İngiliz bir kızcağız yanıma gelip yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu..! Sonra bana teker teker yerleri tarif etmeye başladı. Ve bana vaktim olursa Mumbles'a gitmem gerektiğini, çok şirin bir balıkçı kasabası olduğunu söyledi.

Tabi benim yön bulma duygum aynen biri bana yön anlatırken onu anlayabilme kapasitem kadar gelişmiş olduğu için aklımda kalan tek şey "mumbles" oldu. Onu da "mumps" (kabakulak) olarak hatırladım sonraki bir hadisede.

Dediğim gibi hava donduran moddaydı. Zaten Mumbles da sahilden yürürsem 5 mil felan sürüyormuş. Sahilde yürümek de mümkün değildi rüzgar ve yağmurdan. O yüzden esgeçtim. Tabi kızın söylediğinden aklımda kalan tek şeyi de unutunca information center aramaya başladım. Information center'i ararken de müzeleri teker teker buldum.

İşte Waterfront Museum'in büyüsü içinde gezinip kim bunu sponsor ediyor diye kendi kendime sorarken müzede çalışan çocuğun teki yanıma geldi "müzeyi beğendin mi?" dedi. Beğendiğimi söyleyerek konuyu sponsora getirdim. Meğer devlet karşılıyormuş. Dedim "devlet çok zenginmiş." Adamın damarına basmışım sanırım.

Başladı, "Aslında efendim biz daha zengin olurduk. Şu İngilizlerden bir kurtulsaydık. Galler kendi kendine daha da kalkınır ama İngiltere bizi hep aşağıya çekiyor. Özellikle finansal açıdan". Ha dedim sen de ayrılıkçılardansın. "Tabi" dedi. "Neden olmayayım!"

Sonra müzeyi gezerken, dedim ya otun bokun şeyini koymuşlar diye. Bir dolu forma, gazete küpürü ve fotoğraf vardı, Rugby'de Galler'e ait. (Aslında bir yandan da düşündüm. Bizim memlekette Hakan'ın, Rüştü'nün formasını görmeye, şampiyonluk fotoğraflarını incelemeye akın akın insan gelirdi diye...) Neyse. Gazete küpürlerinde "İskoçya veya İrlanda'ya yenilmek bir sorun ancak İngiltere'ye yenilmek bir gurur meselesi!" şeklinde yazılar vardı. İngiltere ile Galler arasında olan Rugby maçları bu yüzden acayip çekişmeli geçiyor.

Bu arada Galler'de bizim bildiğimiz anlamıyla futbol pek önemsenmiyor. Her parkta Rugby kaleleri var. Hatta geçenlerde Proflardan biri bana Rugby ile ilgilenip ilgilenmediğimi sordu. Yok, dedim. Sadece futbol. Cevabı şu oldu;

Naah. Football is for pussies.

29 Mart 2010

290310

Trenle sadece 50 dk sürüyor, haydi gidelim ya nolacak diyerek insanın burnundan akan sümüğün bile donduğu bir günde bir sahil kenti olan Swansea'ye gittik. Swansea'de aradığımız şeylerin önünden geçip geçip "yok canım bu olamaz" diyip durduğumuz için şehri üç defa turladık. O da anca 50 dakika sürdü.

Bu kadar ufak bir şehirde iki şey dikkatimi çekti.

Bir; aslında bu sorun Antalya kadar geniş, Acıbadem kadar nüfusa sahip bir yer olan Cardiff'te de var. Trafik! Anlayamıyorum. Anlamlandıramıyorum diyordum kii trafiğin sebebini buldum! Hayır hayır, araç fazlalığı felan değil. Trafiği yayalar piç ediyor. Yaya yola adımını atsın, arabalar adam karşı kaldırıma ayak basana kadar durmakla yükümlü. Hele bir de birbirinden 15 saniye arayla karşıya geçmek için atlayan bir grup gelirse daha da fena. 10 dakika bekliyorlar. Bu yüzden otobüsle gideceğime yürürüm daha kısa sürede varırım diyorum.

Geçen gün yaya kaldırımının başında durup, geçmem için beni bekleyen arabaya "geeç geeç" yaptım elimle. Alışkanlıklar işte. Kurtulamıyorsun.

İki; minnacık bir kentte -Swansea- kaç tane müze olabilir? Adamlar otun bokun müzesini yapmışlar. Ama nasıl müzeler.... Swansea Museum'a giriyorsun firavunun rontgenini çekip koymuşlar karanlık odaya, dişlerini bile sayıyorsun. Kendisi de tabutta zaten. Binbir türlü yelkenli koymuşlar bir yandan da ekranda non-stop deniz-güneş görüntüleri.

Oradan çıkıyorsun Dylan Thomas Museum'a giriyorsun. Millet bakıp bakıp geçmesin diye adamın şiirlerindeki kelimeleri magnet olarak koymuşlar; herkes kendi şiirini yaratsın. Ve elbette yirmibin görsel.

Ama interaktifliğin dibine vardıkları müze Waterfront Museum'dı kesinlikle. Hologram cihazının başında çocuklar gibi şendim. Hayır, bir de istersen Welsh istersen İngilizce seçiyorsun. Görme engelliysen tabletler var, işitme engelliysen ekranda adamın biri konuyu işaret dilinde anlatıyor. Hangi düğmeye bassam Cem Yılmaz'ın uzay filmleriyle ilgili skeçleri geliyor aklıma.

Sonra dedim kim finanse ediyor bunu. Giriş parasız. Duvardaki "Barclays" yazısını incelerken müzede çalışan çocuğun biri geldi...

280310

Tek adımda pazartesi sendromundan kurtulmanın yolunu sunuyorum... Cumartesi ve pazarları da okula gidin!
Aman haftasonları okula giderken aklınızı da yanınıza almayı unutmayın. Özellikle bu gavur memlekette unutmayın, çünkü bu adamlarda fazlaca gelişmiş bir "güvenlik" korkusu var. (Mesela şu akbile benzeyen dış kapının anahtarını alabilmek için bir retina taramasına girmediğim kaldı. Pasaport bilgilerimden, öğrenci kayıtlarıma, referans veren kişilerden, orada kendi çektikleri vesikalığa kadar... Yine de ancak nisanın beşine kadar giriş izni alabildim.)

Sonra tabi bir de postgraduate odasına girmek lazım. Bütün database orada. Sana tahsis edilen bilgisayarın içinde. Bilgisayar postgrad odasının içinde. Kapıya gelip 6 haneli şifre kombinasyonunu hatırlayamamak çok fena. Hele bir de şifre kombinasyonunu olur da unutursam diye yazdığın kağıdı, götüne fazla güvenmekten evde bıraktığını hatırlarsan daha da fena. Sonra "neyse canım, bilgisayara da o kadar ihtiyacım yoktu ki" diyorsun. Kendi aptallığından yere kapaklanan çocuğun acımadı kii demesi misali.

Ama aynı gün, test numunelerini hazırlayıp tam da makinaya sokmak üzereyken makinanın bağlı olduğu bilgisayarın şifresini de unutursan... Sonra da hazırladığın numuneleri baştan kalıplarına geri yerleştirmek zorunda kalırsan... Üç saatini laboratuarda harcayıp da bi halt bitiremeden, hem de cumartesi gününü de yiyerek geri dönersen... İşte o zaman çok kötü koyuyor.

Hmm...

Daha fazla et yemem gerek sanırım...

24 Mart 2010

240310

Yan tarafınızda son ses parti veriliyorsa uyuyamazsınız. Uyuyamazsanız kitap okursunuz! Bu ay 5nci kitabımı okuyor olmama şaşmamalı.

Charlaine Harris'in Sookie Stackhouse serisinin 8nci kitabını "From Dead to Worse"u okuduktan sonra, gene aynı yazarın Harper Connelly serisini tamamladım; An Ice Cold Grave, Grave Surprise ve Grave Sight. Açıkçası kitaplardan yana temel şikayetim fazlaca çabuk bitmeleri oldu.

Aslen Sookie Stackhouse serisini okuyanlar varsa, serinin bence gelmiş geçmiş en zayıf halkası From Dead to Worse. Zira hiçbir olay olmuyor (kitabın son sayfası hariç). Sadece yeni karakterler tanıtılıyor ve matrix II modunda, devam kitabı için hazırlık yapılıyor. Bir sonraki kitap (9ncu kitap) basıldı ancak paper-back inin çıkmasını bekliyorum. Hard-coverları buradan Türkiye ye taşıyamam sanırım.

Harper Connelly serisinde ise sinir olduğum şey, olayların kendi kendine çözülmesi. Yani siz Harper Connelly nin ayak parmaklarına oje yapmasını sayfalarca okuyorsunuz. Olayı kim nasıl çözecek diyorsunuz. Ama tutup katil gelip itiraf ediyor. Amerikan filmi misali "Ben onu öldürdüm, bunu şuraya gömdüm, şimdi de seni öldüreceğim" derken polis gelip olayı kurtarır felan. Bak, "The Girl with the Dragon Tattoo"da da üç aşağı beş yukarı böyle olmuştu. Zaten o kitap baştan aşağı "Bourne" serisi kokuyor ya, neyse konumuz o değil.

Şimdi Kathy Reichs'in "déja dead" ini okuyorum. Kendisi bir antropolog olduğu için antropolog gözüyle yazmış herşeyi. Bir kadının cesedi bir manastırın bahçesinde bulunur ve olaylar gelişir tadında.

Sanırım film gibi gelişen kitapları seviyorum. Okuduğum kitapların çoğunun da filmi çekilmiş zaten. Feci sığ bir insanım.

Hesse'nin Bozkırkurdu'nun filmi vardı, Burgess'in Otomatik Portakal'ının da, Kaliç'in Kendini Prens Sanan Kurbağa'sı zaten senaryo şeklinde yazılmıştı, Doğu Yücel bile Hayalet Kitap'ı Okul'a dönüştürüp filmleştirdi. Sookie Stackhouse halen bir dizi karakteri, The Girl with the Dragon Tattoo şimdi sinemalarda, Twilight ve Hayri Pıtırcık serisi de nasibini almıştı benden. Ah bak Palahniuk'un eserleri teker teker filme dönüştürülüyor; Fight Club'dan sonra Choke felan. Factotum çok fenaydı ama o da filmdi. Hitchiker's Guide to the Galaxy, Lovely Bones, Time Traveler's Wife. Anna Karenina'dan Suç ve Ceza'ya Rus Klasikleri. Great Expectations'tan Oliver Twist'e İngiliz klasikleri. Of Mice and Men'den Huckleberry Finn'e Amerikan klasikleri. Jamilla'dan Selvi Boylum Al Yazmalım'a Kırgız Klasikleri.

İnsan hiç mi senaryolaştırılamayacak bir kitap okumaz?

Zaten sanatsal filmlerden de hiç hoşlanmam.

Hep uyurum. Sonra Nikita beni yatağa gönderir.

23 Mart 2010

230310


Geçen cuma akşamı Arap arkadaşlardan biri beni evine çağırdı. Evin yerini sordum. "John Lewis'in oraya gel, ben anlatırım" dedi. Çıktım evden. Yürüdüm yürüdüm. Buralarda bunu çok yapıyorum. Yürüyorum. 35 dk sonra "John Lewis" in oradaydım.

Aradım.

- Nerdesin?
- John Lewisle Cardiff kütüphanesi arasında.
- Tamam. Devam et.
- Ediyorum.
- Kırmızı bir araba gördün mü...
- Evet. Birden fazla!

15 dakika boyunca kırmızı araba aradım. Aslında ev John Lewis in karşısındaymış bu arada. Mümkünse hareket halindeki objeleri referans noktası olarak göstermeyin.

Bunu bizim bir arkadaş daha yapmıştı. Evini ararken referans noktamız "iki adet karpuz kamyonu" idi. Tabi aylardan temmuz, etraf karpuz kamyonu kaynıyor. Ha bir de o gün semt pazarı var...

Burada da böyle kavramlar var aslında, semt pazarı mukabilinde. Şu sıralar en favori kavram ise "yol çalışması". Arap arkadaştan çıkıp eve dönmek için akşamın 11inde otobüs beklerken tabi insan unutuyor böyle kavramları. 30 dk bekledikten sonra gene hatırlıyor.

Tabi gecenin 11.30'unda, gecelerden cuma gecesi bile olsa otobüs beklememek gerekiyor bu memlekette. Dolayısıyla biraz amerikan da olsa dönüp benle beraber yarım saattir otobüs bekleyen siyahi bayana "otobüsün geleceği yok. taksiyi paylaşalım mı?" dedim. Sevindi. Zaten yolumun üstündeydi. İyilik de yapmış olduk, taksi parasının -ufak da olsa- bir kısmından da kurtulduk. Kadın teşekkürler ede ede indi. Merak ediyorum. Acaba bir yarım saat daha otobüs mü bekleyecekti ben sormasaydım?

Ah.. Tabi Çinli taksi şoföründen bahsetmesem olmaz. Bir siyahi ve bir Türk, Çinli bir adamın taksisinde Gallerde gidiyorlar. Fıkra gibi. Ama bunun daha komiği de var;

Bir İranlı, bir Brezilyalı ve bir Türk, Belçikadan gelmiş bir cihazın İngilizce kullanım kılavuzunu çözmeye çalışıyorlar.

Hala çözemedik ya neyse.

22 Mart 2010

220310

Ne müthiş bir oda bu böyle.
Çatı katını böyle düzenlemek istiyorum.

A bir saniye. Çatı katımız yok ki.

Bir de acayip güzel şeyler var BURADA.

Hepsini alıp evime asasım geliyor.

Çatı katına. Mesela.

Hayal kurmak serbest.

21 Mart 2010

210310

Nikita İngiltere de master yaparken kendisine şöyle bir soru yöneltildiğinden bahsetmişti de yuh demiştim.

"Şimdi siz arap harflerinden latin harflerine geçtiniz ya. Sana zor olmadı mı?"

...

Dün ERASMUS'la Fransa'dan gelen çocukla da başıma şöyle bir durum geldi. Postgradların odasında oturuyorduk. Arap Master öğrencileri de oradaydılar. Pierre onlara birşeyler sordu, onlar da kendi aralarında tartışmaya başladılar. Arapça. Pierre'e dedim "merak etme, ben de anlamıyorum ne dediklerini". Bana "aa neden, siz Türkler Arapça konuşmuyor musunuz?" dedi.

Tabi bunu yapan şunu da yaptı;

Fatima - Yahu Pierre, Fransa da insanlar İngilizce bilseler bile konuşmuyorlarmış doğru mu...

Pierre - Biz fransızız yani, pffttt..

Evet abicim, gerçekten duruma çok fransızsınız.

19 Mart 2010

190310

Evet dün çok komik birşey oldu...

Putting Faith into Fashion - The Emergence of Islamic Fashion in Britain isimli bir konferansa gittim. Konferansta pek fazla müslüman yoktu doğrusu. Ya da vardı ben anlamıyordum. Ne bileyim.

Konuşmacı -Emma Tarlo- zaten tezini bu konu üstüne yapmış, bu konu üstüne kitaplar yazmış bir antropolog ve elbette 3ncü tekil şahıs olarak güzel bir şekilde toparladı olayı. Soru-cevap kısmında güzel sorular da geldi. Sonra konuşma bitti, tam gidecekken iki küçük sevimli çinli kız yanıma geldi.

- Ropörtaj yapabilir miyiz sizinle, sadece youtube da yayınlanacak...
- Ooo gene mi..

demedim tabi ki, youtube'da da yayınlanmayacak heveslenmeyin. Çin'den İngiltere'ye gelip Britanya'daki Islamic Fashion konuşmasını dinleyen birinin o ortamdaki parmakla sayılır Türklerden birini seçmiş olması da ilginç tabi ki. Türk olduğumu ve dolayısıyla aslında konuyla alakasız bir örnek olduğumu söylediysem de ısrar ettiler. Çok sevimlilerdi. Kıramadım.

Örneklerimi bile HM, Primark vs den verdikten sonra artık iyice oldum ben dedim. Zaten durup durup nokta yerine ç ye basıyorum klavyede de.

Ha, bu arada konferansın sonunda salondaki elemanlardan teki yanımdaki arkadaşlardan birine kendi arkadaşınlarından birini ayarlamaya çalışıyordu. Neymiş? Benimle beraber ropörtaj veren insanların kısmetini açıyormuşum feci halde.

18 Mart 2010

180310

Ben çok ünlü bir insanım.

Gerçekten.

Sorsanız pek çok ünlü benim kadar çok ropörtaj vermemiştir.

Bundan seneler önce - sayamadım şimdi, üniversite birde miydim ikide miydim neydim- rumy ve muscineylen beraber bebek sahilinde dondurga yerken, gavurun teki arkamızdan yaklaşarak fotoğrafınızı çekebilir miyim diye sormuştu. Adam sonradan, Hollanda'nın hatrı sayılır bir televizyonunda çalışan bir muhabir çıktı. O dönemler Avrupa Birliği müzakereleri olduğu için istanbulda neo-islam ile alakalı bir belgesel hazırlıyormuş. Daha sonra bu adam ve ekibi, ben ve nazlıyla Ortaköy sahilinde güzel bir ropörtaj yapmıştı. "Don't be afraid of us" demiştik hatta. Ahah. Son günlerde başıma gelenler düşünülürse kim kimden korkmalı bilmiyorum?

Sonra bir de Xasiork öykü kulübündeki günlerimde, Metal Fırtına'dan tanıdığınız Orkun Uçar, Burak Turna ve kulübün geri kalanıyla gene bazı gazetelerde boy göstermiştik. Hatta "gelecek vaadeden yazar" demişlerdi bana da o vaadler ne zaman gelecek bilemiyorum.

Ha, bir dönem H2000'in websayfası açılınca insanların karşısına ben çıkıyordum.

Tabi Rumy'nin stajer arkadaşlarından birinin "üniversiteli gençlik yazını nasıl geçiriyor" konseptli pazar ekindeki boy gösterişimi de unutmamak lazim. (Kimi plajda body building yapıyor, kimi şehirde kalıp festival kovalıyor diye yorum bile yapmıştı şerrefsizler) 19 yaşındaydım. Bir asır evvel. Acayip goth'muşum o dönemler. Ve evet favori tatil mekanları umurumda bile değil.

Oldukça popüler bir başka gazetede iki tam sayfa "Başörtüsü onlara engel değil" başlıklı ve konulu bir yazıda insanlara progress metal ne ola ki? dedirtmiştim. Boy boy fotoğraflarımız çıkmıştı. Yine. Hatta bu haberden sonra, haberdeki bir diğer arkadaşa hapisteki bir elemandan evlenme teklifi gelmişti.

Sonra, artık ropörtajları reddetme dönemime girdim. Evet, öyle de götüm kalktı.

Ama bugün çok komik birşey oldu...

17 Mart 2010

170310

Bu İngilizler polisten feci halde korkuyorlarmış!

Sabah kalkıp durumu dekan yardımcısına ispiyonlayınca, dekan yardımcısı da "eğer bu duruma bir çözüm bulmaz ve Dr. Fatima'yı başka bir yere transfer etmezseniz üstlerinizle görüşmek durumunda kalacağım. Böylesi bir aksiyonun devam etmesi halinde ise polise başvuracağım", şeklinde bir mail gönderdi yetkililere.

Umarım sonuncu kez şikayet formumu doldurduktan sonra, bir-iki hafta içerisinde yeni yerime taşınabileceğimi bildirdiler.

A tabi, bundan önce yönetimle yaptığım sayısızca görüşmeden sonra, kontratım gereği oda değişikliği yapamayacağımı, yine kontratım gereği parayı iade edip beni salmalarının mümkün olmadığını ve başka yere taşınabilmemin tek ihtimalinin benle birinin yer değiştirmesi olduğunu söylediklerinden bahsetmemişim.

Ne kontratmış. Bonservisimi verin gideyim.

16 Mart 2010

160310

Ulan gazı verdiniz, "Aslansın kaplansın oo 4 ingilizin mi hakkından gelemeyeceksin" diye. Gelemiyorum.

Dün gece bir arkadaşlarının doğumgününü kutlayacaklarmış. Gene haftaiçi/ortası ayırmadan açtılar müziğin sesini parti yapıyorlar. Gittim dedim "Değiştirin şu kolonların yerini, yatağım zıplıyor." "Zaten erken bitircez" dediler.

"Saat 10:45 e kadar bekleyeceğim. Sonra hala devam ederse güvenliği arayacağım" dedim kendi kendime. Ice cold Grave'in son yüz sayfasını okuduktan ve bir çoğunda okuduğumu -zihnime aktaramayacak kadar gürültü olduğu için- anlayamadıktan sonra saatin 10:45 olduğunu farkettim. Şeküritiyi (burda öyle diyolar security ye)aradım. İcabına bakın dedim gürültünün.

Şeküriti 10 dk'ya geldi. Çok hızlılar!? Adamlara biraz daha sessiz olun deyip gitti. Aman Allah'ım. Ondan sonraki tantana görülmeye değer. Adamlar küfretmeye başladı. Tiplerden teki benim odaya yürüyor, kızlar tutmaya çalışıyor, yapma etme diye. Kapıma vurmaya başladı. Elin sarhoş ingiliziyle uğraşmayacağım için bakmadım tabi ki. 5 dk haşin bir şekilde çaldıktan sonra bastı gitti küfrederek.

Sonra kızlardan biri kapının arkasından özür dilemeye başladı. Biz aslında 10 kat daha fazla gürültü yapardık eskiden, seni düşündüğümüzden kıstık sesi ama özür dileriz zart zurt...

Benim bu bok çukurundan kurtulmam lazım. Yoksa bunlar benden kurtulmak için bir bokluk yapacaklar. Hiç hoş olmayacak.

15 Mart 2010

150310

Bazen yanımdan koşa koşa geçen adamları -ki burada halkın yüzde 50'si düzenli olarak koşuyor- görünce düşünüyorum. Koşuyorsun da nereye?

Önce koşuyorlar, kalp atışları çok artınca yürüyüşe geçiyorlar, sonra gene koşuyorlar, sonra yürüyorlar.

Benim içinse durum şöyle, önce yürüyorum, sonra dinleniyorum, sonra yine yürüyorum, sonra yemek yiyorum.

Tabi benim vücut buna alışık olduğu için adamların koşması benim yürümeme, adamların yürümesi benim yemek yememe denk. Benim onlardan daha çok yemek yediğim de düşünülürse... Doğal olarak ben daha sağlıklıyım!

(blogum da yemek blogu gibi oldu masallah. semirdim.)

14 Mart 2010

140310

İranlıların "taaruf" diye bir sözcükleri var.

Misafirin tabağına ona sormadan (ve durmadan!) yemek koymak anlamında. Tabi bunu çaktırmadan yapıyorlar.

Ben de az kaldı ilk defa bir tabağı bitiremediğimi düşünmeye başlıyordum.

12 Mart 2010

120310

Home-sick misin diyorlar.

Değilim.

Sadece kocamı özledim.

smashing pumpkins - stand inside your love.

11 Mart 2010

110310

Hiç dikkat ettiniz mi?

Google'dan gelen bir maili cevaplayacaksanız, hemen kenarda mailin içinde geçen sözcük öbekleriyle alakalı reklamlar çıkıyor.

Misalen diş hekimliğiyle alakalı bir maile ne zaman cevap yazsam yan tarafta "10 dakikada dişleriniz beyazlasın!" diye bir yazı çıkıyor. Geçen gün bir dişhekimi arkadaş "selamun aleyküm" deyip akabinde bir hasta hakkında görüş almak üzere sorular sormuş. Sağ tarafın biraz kafası karışmış olacak, karşıma şöyle birşey çıktı;

Hz. Muhammed hutbesi, Sevgi sözleri, İmplant ücretleri, Hasta muayene...

Verilen kelimeleri kullanarak anlamlı bir hikaye mi yazmalıyız. Var mı öyle birşey.

10 Mart 2010

100310

Manzara sizi yanıltmasın. Hergün böyle yemiyorum.

Endodonti bölümünde 10 adet master öğrencisinin eseri bu. "Arap günü". Neden 10 adet master öğrencisi yememiş içmemiş de arap konseptli yemek yapmışlar diyor olabilirsiniz. Cevap basit: hepsi arap da ondan!

Bazen öğle aralarında herkesin sohbet ettiği ve mütemadiyen kalabalık olan postgradların odasında oturup ev yapımı sandviçimi -tarif verebilirim- yerken bu adamların ne konuştuğunu anlamaya çalışıyorum. Hayır hayır, arap aksanlı ingilizceyi anlayabiliyorum, zira memleketim insanı da öyle konuşuyor. Ama bu adamlar durmadan arapça konuşuyorlar. İşte onu anlamıyorum. Bendeki arapça bilgisi ancak "ben fatima. on iki yaşındayım ve okula gidiyorum" demeye yettiği için garipsememek lazım.

Arada bir, ender olsa da muhabbet edersek genelde konuyu Kurtlar Vadisine getiriyorlar. Ne yazık ki bir kere bile izlemediğim bir dizi hakkında yorum yapabilme kapasitesinden yoksun olduğum için çoğunlukla götümden sallıyorum. Mesela geçen gün "önümüzdeki sezon Memati ölecek" dedim. Acayip üzüldüler.

Memati kim Allah aşkına?

Anladıysam arap olayım.

09 Mart 2010

090310


Bir an için aptal olacağımı zannetmeye başlamıştım.

İşte üç hafta boyunca et yemezseniz böyle hissediyorsunuz. Allah midemdeki kuzudan razı olsun. Çok lezzetliymiş. Allah blog camiasındaki vejeteryanların gazabından da beni korusun ayrıca.

Şimdi düşündüm de... Eski bloglarıma baktığımda hangi dönem kimi okumuşsam yazdığım yazı da ondan etkilenmiş, bunu farkettim. Vian okurken blogdaki nesnelerim dile gelmiş, Palahniuk dönemimde hep sondan başa anlatmışım, Kaliç okurken sahne sahne gelişmiş herşey.

Şimdi midemdeki kuzu lezzetliydi deyince acaba dedim fazla mı Charlaine Harris okudum? Sonuçta Sookie Stackhouse serisinin sekizinci, Harper Connelly serisinin ikinci kitabındayım.

Bir de bedduamın tuttuğundan ve flat-matelerimin parti yapmayı bırakın, yataktan çıkamayacak kadar hasta olduklarından bahsetmiş miydim? Çok mutluyum.

God save your precious queen.

*Laibach - Anglia*

08 Mart 2010

080310

Bana buradan bir hediye gelmiş.

Acayip duygulandım.

Teşekkür ederim.

06 Mart 2010

060310

Biriniz de doğru yazın ismimi lan!

03 Mart 2010

030310


Pazar günlerini de okulda geçirmeye başladığımdan beri hafta içi ve hafta sonu kavramlarım birbirine girmeye başladı. Tabii ki uyku düzenim de. Haftaiçleri az (altı-yedi saat) haftasonları idare eder miktarda (on-ondört saat arası) uyumaya alışmış bir bünye için cumartesi sabahı profesörden telefonla uyandırılmak yeni bir konsept. Hayır bir de adam telefondan skype aracılığıyla videolu felan arıyor. Yani "yok yeni uyanmadım hazırdım şimdi çıkıyordum"ları da yemiyorlar.

Pazartesi bünye iflas edince normal mesai bitiminde izin isteyerek eve geldim. Beş buçukta evdeydim. Biraz skype ladıktan sonra sekizde yatma fikriyle sevinmiş bünyeyi duşa sokan ben, bir anda duşun hareket ettiğini farkettim. Chile'den sonra burada da mı deprem oluyor lan diye, kafamda köpüklerimle kendimi dışarı atınca farkettim ki aramda sadece bir duvar olan ortak kullanım alanındaki müzik setinin sesini sonuna kadar açmışlar.

Dedim önce şu levent kırca parodisi halimden kurtulayım gidip şu veletlere bir izahatte daha bulunayım.

Beş dakika sonra ki tam da kapıya davranmıştım, daireden içeriye yaklaşık yirmi kadar insanın geldiğini farkettim.

Onbeş dakika sonra yan duvarımda bir parti süregeliyordu. Otuz dakika sonra da...

Bir saat sonra da...

...

Dört saat sonra da...

Kapıma dayanmış muhabbet ediyorlardı. Müziğin sesinden birbirlerini duyamadıkları için bağırıyorlardı. Bağırdıkları için müziğin sesini duyamayıp onu da açıyorlardı.
Ertesi günün sınırlarına girdiğimizde "mamama ma pokı feysss" diyerek lady gagaya eşlik eden otuza yakın sarhoş ingiliz toplu halde binayı terketti.

Tamam fatima. Sabaha kadar hala yedi saat var. Bardağın dolu tarafı... Dolu dolu..

03:00 - Kapıların çarpılma sesiyle uyandım. Mutfakta şişelerin devrilmesi ve ingiliz aksanıyla o uykulu halimle anlayamayacağım birkaç konuşma ve gülüşme. Kahkahalar... Dört saatin var. Uyu.

05:00 - Daire kapısının yumruklanması sesiyle uyandım. Biri kapıyı yumruklayıp zile basıyor arka arkaya... Defalarca "Al... Open the door... Forgot my keys..." diye bağırıyor. Türkçe meali "O kadar sarhoşum ki cebimdeki anahtarı bulamıyorum". Aklımdan sadece şu geçiyor:

"beter ol .rospu"

07:00 - Alarm çalmaya başladı. Yarım saat aralıksız çaldı. Ben uyuyamıyorsam siz de uyuyamayacaksınız.

Kendime kahve hazırlamak için mutfağa girdiğimde işte vaziyet bu haldeydi. Bu arada deneysel takılmış bu insan parçaları. Ağız gargarasıyla alkol karıştıranı duymamıştım. (Aklıma NaOCl ile CHX karması geldi. Midenizde agregat oluşturur umarım dedim.) Bir de mutfak tezgahında ütü ne arıyor? Pazar günü bulmacası vaziyetinde terk ettim ortamı.

Eve geldiğimde mutfakta kocaman bir plazma tv vardı.

Part one.

It's not over till I say it's over.