Pages

31 Aralık 2010

311210

2005 senesine ait bir postumda yazdıklarımı buldum. Güncellemeye karar verdim.

"Konu: Yirmi trivia yaziyoruz hakkimizda. iste benim hakkimda az bilinenler.

1- kalip sabuna elime sürmem. (kendi evimdeki hariç!)
2- cep telefonumu pinsiz acarim.
(pin diye bir olay vardı değil mi?)
3- hastalarimi telefona ozellikleriyle kaydederim. (
hastalara telefonumu vermem)
4- temmuzda kahveyi biraktim.
(?)
5- kasimda tekrar basladim.
(!)
6- turk kahvesi yapmayi bilmem.
(nikita benden daha iyi yapiyor)
7- âni tepkilerimi ingilizce veririm. bilincli degil.
(yine de kelime oyunundaki i cant believe this modunda takılmıyorum. b*gger off, my ass. tadında takılıyorum.)
8- osmanlıca biliyorum.
(biliyordum)
9- dokuz sene amatör roller-skating yaptim. sakatlaninca biraktim.
(nikita beni buzpistine götür!)
10- komsu kavramini sevmem. ev alirim, komsu almam.
(komşu kavramı da beni sevmiyor olsa gerek. koşu bandına çıkınca aşağıdan patpatpat gümgümgüm.)
11- agiz kokusundan nefret ederim.
(dişhekimi olduğum için bundan rahatsız olmamam bekleniyor. lağım gibi kokan bir ağıza alışabilmeniz ihtimali ne kadar? benimki de maksimum o kadar işte)
12- pijamalarimsiz asla.
(aynen)
13- geceleri cogunlukla kipirdamadan uyurum.
(nikitaya sormalı)
14- yatagimi toplamadan odamdan cikmam.
(öööö... eeee.... hm)
15- sapka isaretleri (^) hususunda saplantiliyim. bir de dislerim.
(yep)
16- boyum tam olarak yüzellisekiz cm. ayak numaram otuzalti. ve gitarda bare basamayacak kadar kücük ellerim var.
(miniğim)
17- sütlactan nefret ederim. kaymakli ekmek kadayifi muhtemel tercihim.
(sütlacı çok severim. geçenlerde de pişirdim hatta.)
18- âsik degilim.
(heheheh)
19- gecen sene endodonti stajinda hile yaptim. (endodonti asistanıyım!?)
20- kindâr biriyim.
(oldukça)

Nikita'mlan nnahnu'yu da sobelemelerdeyim.

07 Kasım 2010

071110

Bundan yaklaşık bir ay önce gerçekleşen avrasya maratonunda köprüden geçerken, aşırı sallantıdan kaynaklanan yusuf yusuf anları beni çinlilerin hepsi birden zıplasa ne olur acaba diye düşüncelere zerketti. Düşünsenize televizyonu bir açıyormuşuz, spiker aynen şöyle bir anons yapıyor;
- evet sayın seyirciler, bir son dakika haberini iletiyorum; artık çin diye bir yer yok...

Sonra bir de geçen haftasonlarından birinde bir alışveriş merkezinde iki saat içinde en az üç arıza adamla karşılaştık. bir tanesi, kasa kuyruğunda beklerken kapıda durup sakız çiğneyen kadının cikletine takmıştı. "çıldırıcam çıldırıcam nasıl bir ciklet çiğneyiştir buuu" deyip duruyordu.

Bir tanesi de sırada önüme geçmeye çalıştığında ikaz edince özür diledi, iki dakika sonra kasiyer "alayım eşyalarınızı" diye bana seslendiğinde kadın arkamdan uçarak kasiyere aldıklarını uzattı. Bunu neden yaptığını merak ettim;
"Kasiyer seslendi, ben duydum, uzattım. sen duysaydın sen uzatsaydın önce" dedi... Böyle bir sırada bekleme anlayışımız var. Süper değil mi?

Bu adamlarında oldukları yerde zıplayıp yok olmalarını diliyorum.

Muassır medeniyetler seviyesindeyiz maşallah.

13 Ekim 2010

131010

Hastalarla el sıkışmak kadar tiksindirici bir eylem olamaz.

Hemen bu cümleyi okuyup önyargıyla yaklaşmayın. Bir hastaya ne zaman şikayetiniz nedir diye sorsam, az önce diliyle yokladığı çürük dişine sağ elinin işaret parmağını sürtmek şartıyla gösterip, parmak ağızdayken "işte bu diş ağrıyor" der. Bunu söylerken "R" harflerinde o dil, parmağın geri kalan kısmını da tükürüğe bular. Sonra hasta elini ağzından çıkarır, parmak kurur ve hasta unutur.

Ama hekim unutmaz! Hastanın çürüğü temizlenir, dolgusu yapılır, hasta kalkar ve teşekkür etmek için elini uzatır. Başımı tablaya eğip, diş aletlerini temizliyormuş gibi yapamazsam mecburen ben de uzatırım elimi.

Oldu olacak eldivenleri de takmadan bakalım hastalara!

El öpmeyi de hiç sevmem ayrıca, kim bilecek o elin az evvel nereyi kaşıdığını...

Şu Japonlar kadar medeni değiliz.

06 Eylül 2010

060910

Birkaç hafta evvel Kiddo Cardiff'teki son maceralarına nokta koydu. Ya da noktalı virgül...
Bu süre zarfında değişik insanlarla karşılaştı. Mesela;
Normal halde bu halde olan iş arkadaşlarını, anormal hallerde görebiliyorsunuz. Ne gibi mi? Bulaşık yıkarken;
Moda akımını takip ederken (?!) ya da taklit ederken?
Yemek yaparken... Hatta hatta pişirilen hamur parçalarını kendi elleriyle açmışken...

Yer yer Avrupa endodonti birliği başkanını yemek servis ederken bile bulmak mümkün!
İnsanların egoydu, asttı üsttü gibi şeyleri umursamadıkları bir ortamdan meşhur Türk hiyerarşisine geri dönüş yaptık. Allah sonumuzu hayretsin.

*bu label altındaki son posttur*

*çok hastayım*

07 Ağustos 2010

070810

Caerphilly festivalindeki şu vatandaşlardan da bahsetmiş miydim? Ben demedim mi JRR Tolkien kesin Galli diye. Bu adamlar da elf!
Tamam, pek ala bunlar crusader da olabilir... Yani bir tanesi elfsel özellik taşıyor diye hepsi öyle olmak zorunda değil tabi...
Ama peki bu ne?? Tarzanla Jane in çocukları?

Ha bir de, Temmuz ayındaki bu festivalde bebeğin koyun postuna sarılmış vaziyette yattığı dikkatinizden kaçmasın. Ben de üstümde polarlı pijamam, ayağımın altında sıcak su torbam ve masada püfürdeyen bir bardak kahve eşliğinde size bunları yazıyorum...

Dönüşte bir adaptasyon sorunu mu yaşayacağım acaba? Kalmayan D vitaminim bana başka birşeyler söylemeye çalışıyor sanki.

*kırmızı mavi hadi gali depi depi ver.. kastamonu kastamonu dep dep dep!*

05 Ağustos 2010

050810

Kefili festivalinde, genelde filmlerde görüp dalga geçtiğimiz tipte gösteriler vardı. Yine da başlarında durup "anaa adama bak napıyo" demeden geçemiyorsunuz. Hatta işe biraz daha turistlik katıp benim gibi fotoğraf çekiyorsunuz.

Bu arada arka plandaki "çocuk ve bebe" sayısı dikkatinizi çekti mi? Çekmediyse... Çekmeli! Çünkü burada devlet çocuklu ailelere inanılmaz bir yardım yaptığı için -ev, bedava sağlık hizmeti, aylık...- burada 16 yaşına basıp cinsel özgürlüğünü ele geçirip, evden gönderilen her genç çocuk yapıyor. 20 yaşında 3 çocuklu galli görme olasılığınız o kadar yüksek ki! Kimse tutup da bu britishlerin soyu tükenecek. Yaşlı nüfus çok ama üremiyorlar... demesin. Adamlar onun da çaresini bulmuşlar işte...

Bebeler boy boy...
Jonklörlük hünerlerini sergilerken bebeleri kullanmaktan çekinmeyen sevgili göstericiler bakın bunu da yaptılar;
Tabi, ben çıksaydım durum biraz daha farklı olabilirdi ama eheheh... Tüm suç snickersin ve marsın ve twixin ve after eightin ve cadburrynin ve ...... diye gider.

*kırşehir*

03 Ağustos 2010

030810

Bu haftasonu neredeydim?

Haftasonları yerinde durmak bilmeyen kiddo, sizin için Caerphilly Big Cheese Festivaline gitti. Yani peynir düşkünlüğünden, panayır alanı eğlencelerinden ya da Caerphilly kalesini görmeye felan değil. Sadece gözlem için! Herşey blog için.

Şimdi festival olayına geçmeden önce Caerphilly kelimesinin nasıl okunduğuna dair kafalarda oluşabilecek sorulara karşın hemen açıklama yapıyım; Kefili diye okunuyor sevgili okurlar. Kefili. Evet Ke-fi-li. Çünkü bu kelime ingilizce değil Gallice... Ve gallilerin böyle enterasan yerleşke isimleri olduğundan bahsetmiş olmalıyım. Merthyr gibi. Mörti.

Festival alanına girer girmez şu ibare dikkatinizi çekiyor;

Nitekim ingilizlerin, içtikleri zaman nasıl sıçabildikleri tecrübeyle sabit. Adamlar da her sene 70 ila 80 bin insan çektikleri bu alanda böyle taşkınlık istememişler pek tabi... Bu kadar içmeye düşkün bir memlekette bu levhayı görünce (nav in dı tabelaaağ.. vi dont luk bek, vi luk front) aklıma vatikanda gördüğüm şu uyarı geldi;


Açıkçası şu hikmet-i fahrikayı gördükten sonra keşke vatikandaki kurallar buraya da işleseydi demedim değil...
Bu ne lan? Allahtan bu abla koltukaltını traş etmiş diyerek bu çadırdan hızla uzaklaştım. Ha bir de abla fifty cent eşliğinde göbek atıyordu. Amerikan hiphop müziğinde, şark dansı yapan bir galli de gördüm artık maymunlar da tütü takıp bale yapabilir. Bir saniye.. Zaten yapıyorlardı. Değil mi.

*bugün konya'dayız... konya'ya selamlar...*

31 Temmuz 2010

310710

Rüyamda, kalkıp namaz kıldığımı görerek gerçekten namaz kıldığımı zannettiğim çok olmuştur. Ama geçenlerde ilk defa gerçekten namaz kılarken uyuyakalarak rüya gördüm. Hatta bir yarışmadaymışım da, son oturuşta ettahiyyatüden sonra bir de elham okursam artı on puan gelecekmiş bana. Okudum gitti ben de.

Selam verdikten sonra farkettim yaptığım saçmalığı da...

Yattım uyudum.

Allah kabul etsin.

29 Temmuz 2010

290710

Bir süre evvel, fotograflarımı uploadladığım siteden bana bir mail geldi. Mailde diyordu ki, "I am writing to let you know that one of your photos has been short-listed for inclusion in the twelfth edition of our Schmap Cardiff Guide, to be published early July 2010." Şöyle ki, can sıkıntısından sahile indiğim günlerden birinde sağı solu fotoğraflarken çektiğim fotoğrafınlardan birini Cardiff Rehberlerinden birine koymak için elemeye almak istiyorlarmış. Temmuzun başında belli olacakmış sonuçlar... İyi dedim, alın bakalım.

Sonra bir mail daha geldi bu ayın başında "Thanks so much for letting us include your photo - please enjoy the guide!".

Cardiff'e de böyle izimi bırakıp gideceğim varmış demek ki!

İşte geçenlerde bu fotoğrafta gördüğünüz Millennium Center'da Romeo ve Juliet balesi vardı. Namaz kılmayalım, bale yapalım diyerekten aldık biletleri gittik. Çık babam çık. 5nci kata geldik. Ama Allah'tan salon ufaktı, dürbün gerekmedi.
Şimdi sorarım size, sahnede acıklı bir hikaye oynarken, Montague'ler ile Capulet'ler biribirine girmişken "gösteriden önce bir sahnenin tozunu alsalarmış, bu ne böyle bütün baletlerin balerinlerin ayaklarının altı simsiyah!" diyen zihniyete ne denir.

Bence de!

*mardin*

17 Temmuz 2010

170710

Bir ay evvel mezun olduğum üniversitenin ne olduğu konusunda fikri olmayan insanlar, Mavi marmara flotillasının başına gelenlerden sonra bu ismi çok iyi öğrenmiş ve etüd etmiş olacaklar ki "marmara dan mezunum" deyince bir anda gözlerindeki yerim yükseldi. "ooo maramara.. maramara... she graduated from maramara" diyerek önlerine gelene göstermeye başladılar beni. Zaten numuneliktik!
Yalnız bu ne Türk sevgisidir, bu ne Türkiye aşkıdır anlamadım kardeş. Herkes Türkiye ye en az 2-3 defa gelmiş ve herkes sanki önkoşulmuşçasına en az bir tarkan, bir mustafa sandal şarkısı biliyor.

Ayrıca "dudu" ne demek bilmiyorum ve Tarkan, beni duyuyorsan, saçma sapan şarkı sözleri yazmayı kes Allah aşkına! Hiçbiri çevirilmiyor! Tamam, "kıymetli bir tanecik" tamlamasını "kıyma gibi tanecik" diye anladıysam suç benim değil... Sana da kahvaltıda corn-flakesli süt içirir, öğle yemeğinde haşlanmış patates yedirirlerse senin de aklına kıyma gelir.

Ah tükürük köftesi ah. Şimdi Nikitayla stadın oralarda olacaktık...

*Trabzon!*

15 Temmuz 2010

150710

Sherwood'da işler Robin Hood'dan bu yana değişmiş olsa da ata sporları hala izlenebiliyor. Misal? Okçuluk...
Bir kere, attığım oklar hedef tahtasının arkasındaki çalılara uçtuysa suç benim değil. Oklar yamuk! Ayrıca neyin nasıl tutulup nasıl atılacağını analtan pek havalı instructorımız "Lil John" hedefi bulan bulmayan bütün okların hesabını tuttuğu için dikkatimi dağıtıyordu! Öhm.

Neyse, ok atmaktaki üstün kabiliyetim?! kanoyu yönlendirmekte de devam etti. Kanonun tabiri caizse dümeninde ben olduğum için sağa sola yönlendirmem gerekiyordu. Ancak önümdeki iki kişinin ikisi de aynı yönde kürek çekerlerse, kano ister istemez kendi ekseni etrafında dönecektir sevgili kardeşler. Bu yüzden, kano suyun üstünde fırıldak gibi dönerken benim arkadan "dur! yapma!" nidalarım eşliğinde fışkıran liderlik vasıflarımın ezilip geçilmesini yemeyen bendenizin ekşi surat ifadesinin gözüktüğü fotoğrafları es geçip, herşey çok güzel başlamıştı fotoğraflarından birini seçtim size...
Nazikçe kanoyu tutan kardeşimize inanmayın, yolculuğun sonunda kendisi kanoyu ters çevirmek suretiyle insanları suya atmayı başarmış biridir. Nasıl ıslatılacağını biliyor...

Beceriksizce girişilen birçok deneyimden sonra en azından birşeyde iyi olduğumu farkettim! Akrobasi.. İpin üstünde yürüyebiliyordum!

İpin üstünde yürüyerek nehrin üzerinden geçebildim geçebilmesine de -bu arada şu çadır görünümlü üçgen şeyi de biz birleştirdik söylemesi ayıp-, oraya çıkmak pek öyle kolay ol-a-madı... Yani, ipin üstünde yürüyebiliyorum dedim, ipin üstüne çıkabiliyorum değil!

Tiim vörkün mucizesini gösterdiği anlardan biriydi. Kiddo, bir milletin ayakları üzerinde yükseliyor!

*Şanlıurfa!*

13 Temmuz 2010

130710

Her haftasonuna bir aktivite sloganıyla yola çıkmıştım, hatırladınız mı? Bu haftasonu da Sherwood ormanlarındaydım. Evet evet doğru hatırlıyorsunuz; Robin Hood'un zengin aristokratların yollarını kestiği yer...

Cardiff'e 20'lik çılgın kızların Vauxhall arabalarıyla (Wolksvagen'ın İngiltere'deki arabaları Vauxhall köyünde yapıldığı için isimleri ve logoları Avrupadakilerden farklı; Vauxhall Corsa... gibi) saatte 90 mil hız yapmak suretiyle 5 saatte İngiltere'nin kuzeyinde bulunan Nottinghamshire'a varabiliyorsunuz. Benim gittiğim haftasonu aynı zamanda Silverstone GP'si vardı. Dolayısıyla trafikte yer yer aksamalar oluyordu.

Neyse, uyku tulumum, yedek kıyafetlerim ve ben öğle yemeğinde mekana vardık. Etkinlik Mavi Marmara gemisinden de duymuş olabileceğiniz Islamic Relief'e aitti. Kendileri de sağolsunlar, bizlere müthiş bir İngiliz öğle yemeği hazırlamışlardı. Hemen aşağıda;

İşte İngilizler yemekten bu kadar anlıyorlar: Haşlama patates, ton balığı ve elbette şekerli kurufasülye! Yemekten sonra gruplara ayrılıp bir etkinlikten ötekine uçmaya başladık.

İlkin sekiz adet kütüğü dikdörtgen bir kalıba yerleştirmeye çalıştık. Çalıştık....

Olmadı... Tekrar çalıştık...

Yarım saat sonra bu haldeydik... Tiim vörk yeeeaağğ...


Daha sonra hullahoopların içinden geçmek, koyunla kurtu aynı sandala bindirmeden karşıya geçirmek gibi yaratıcı oyunların sonunda crate-building ismnden de anlaşılabileceği üzere üstüste kasaları dikmek suretiylen bir kişiyi tepeye çıkardık. Ufak-tefeğim diye beni çıkarttılar. Bir önceki takım 16 kasayı üstüste dizebilmişti... 18nci kasadan sonra ben havada sallanıyordum. Evvelindeki yusuf yusuf seslerinden bahsetmiyorum...

Bir sonraki etaba doğru yol alırken millet, ben Brian'a "indir beni burdaaan" diye bağırmaklan meşguldüm. Tiim vörk!?

*Van!*

07 Temmuz 2010

070710

Buradaki genel seçimler hakkında söylediklerimi hatırlıyor musunuz? Hiç şaşaalı değil, pankart yok, bayrak yok, dolaşan seçim otobüsü yok şeklinde... İşte bunun tam tersi bir seçim propagandası düşünün. Ne için mi? Okulun "social rep"i olmak için.. Resmi parti organizatörü yani!
Hummalı bir çalışma; asansörde, kütüphanede hatta tuvaletin kabininin iç kapısında bile karşınıza flyer olarak çıkıyordu. İranlıların meşhur bıçak dansını tüm partilere taşıyacağını söyleyen bir Morwa, acayip parti adamı olduğunu iddia eden İngiliz bir Marsh... Bildikleri bütün photoshop hünerlerini pankartlarda, bildikleri bütün edebiyat hünerlerini de rakiplerini hedef alan maillerde konuşturduktan sonra Amerikan aksanıyla konuşan Aly Vırani isimli Kenyalı bir çocuk -ki benim de öğrencim olmakta kendisi, 3ncü sınıftan- seçimleri kazandı.


Diğer öğrencim Morwa ise bence photoshop şampiyonuydu. Sağda solda elimde cep telefonunun kapanmayan "klik" sesiyle fotoğraf çekmeye utanmasaydım diğer pankartları da gönderebilirdim.

*Bu arada şafak atarsa Karaman*

02 Temmuz 2010

020710

I am waiting in my cold cell when the bells begin to chime... diye mırıldanıyordum tam yanımda yaş ortalaması 90 olan bir grup Galli teyze Hallowed be thy name diye dua ederlerken. Tabi onlardan hiçbiri darağacına gitmiyordu, hatta 2nci kemoterapisine girecek Bridget için sağlık diliyorlardı.

Tam Dani Filth'e geçmiş shallow be my grave diye kafa sallamaya başlıyordum ki Cardiff Belediye başkanının karısı kalkıp "bu ufak duamızdan sonra, bizlere nezaket göstererek Türkiyeyi anlatmaya gelen dostlarımıza teşekkür ederiz" dedi. Bu şekilde Tongwynlais'teki kilisede oturduğumu farkettim. İsmi telaffuz etmeye çalışmayın. Burada 24 sessizin yanyana gelmesinden oluşmuş bile köy adı var. Gallerce böyle.

Türk misafirperverliği had safhadaydı tabi ki; kahveler, lokumlar, börekler, şekerpareler... Yaş ortalamasını 50lere çekmek için ortama onlarca çocuk salmak gerekiyor olsa da, teyzemler tansiyon, şeker, kolesterol gibi Türk dünyasının 3ü 1aradasını esgeçmiş olacaklar; şekerpareleri de güplettiler, kahveleri de höpürdettiler, hatta telveleri de yaladılar.

Bardakları çamaşır suyuna oturttuk sonra.

Life down here is just a strange illussion.

*Iğdır*

20 Haziran 2010

200610

eski köye yeni adet getirmeye çalışmıyorum tabi.

türk insanının doğuştan "pazardan alışveriş etme" tuşu açık. doğal olarak, pazar sabahı 7 de uyanmak da gerekse, 40 dakika yol yürümek de gerekse... yine de pazar poşetleri kollarda, crocslar ayaklarda biz gideriz pazara!

tabi bu pazarın salı pazarıyla perşembe pazarıyla alakası çok yok. içerik olarak en azından. domates, biber bulmak da mümkün ama domatesler cherry, biberlerin rengi ise bir garip (zaten taneyle satılıyorlar). Sebze arıyorsanız parnship ve celery...

bugün 3 ananas veya 4 mango veya 1 lbs (yaklaşık yarım kilo) lychee veya 1 lbs rhubarb 1 pound idi. iki demet water cress'i de 1.5 pounda satıyorlardı.

Ananas bildiğimiz ananas, mangoyu yemeyenler ve benim gibi "aa bu avokado mu" diyenler için siz de yanılgıya düşmeyin, buyrun fotoğrafı;

Parnship, yaban havucu. Türkiye de yemediydim. Beyaz havuç. Havucun maydanoz familyasından geldiğini bilenler tadını garipsemeyeceklerdir zira maydanozla havuç arası birşey.

Celery dediğimiz kereviz. Ee bunun nesi farklı? diyenler olabilir. Burada bizim yediğimiz kerevizin sapını yiyorlar sadece. Geldiğimde iki defa gövdeden bulup aldıydım da şu sıralar ara ki kerevizin gövdesini bulasın. Bildiğiniz ince uzun yeşil saplar, tadı kerevize benziyor ama burada onu da çiğden yiyorlar.

Lychee denilen hadise bir çeşit "berry" olmakta. çilek, böğürtlen arası birşey hayal edin.

Rhubarb veya türkçeleştirilmiş haliyle "ışgın" jamie oliver'ın da nigella lawson'ın da pek sıklıkla kullandıkları bir meyve olmakla beraber, tatlımsı görünümü altında aslında bir erik yatıyor. tuzlayıp katır kutur yiyorsunuz. bu da hamide teyzenin ışgınla buluşması. yüz kaslarından da anlaşılabileceği üzere kendileri oldukça ekşi!


water cress; ingilizlerin marulu. hemen her üçgen sandviçin içine itinayla "british cress" diye doğrar koyarlar. bildiğiniz ot. ot yani. nasıl bir tadı olabilir ki.

üfürükten teyyare modunda, bu besin öğeleriylen sallamasyon nasıl yemek yapıyorum bir görseniz ağzınız açık kalır.

- fatima ne bu?
- kremalı parnship ve celery'li ıspanaklı krep...
- bu tatlı ne ola ki?
- aa ışgınlı yoğurt o!
- balığın (pollock/ cod) üstündeki turuncu şey ne?
- mandalina!

09 Haziran 2010

070610

Sıradaki hikayenin kahramanları Elif'le Fatima. Ama daha çok Elif. E-L-I-F; Echo Lima India Foxtrout...

Güneşin nadiren yüzünü gösterdiği bir öğleden sonra Elif'le Fatima deniz havası alalım diye Barry Island'a gitmeye karar verirler. Vaktin geç, mekanın İngiltere olduğunu unutup otobüs durağına giderler. Barry Island'a giden otobüsün yanlarından basıp gidişine şahit olduktan sonra büyük bir azimle ikinci otobüse binmeye karar verirler ama ne otobüs durağının yerini ne de otobüsün numarasını bilmektedirler.

Sonra Elif friendly gözüken bir şoföre bodoslama dalar; "Barry Island otobüsü nereden kalkıyor?" Sancho Panza kılıklı adam "Otobüs durağından!" diye dahice bir yanıt verir. Elif inatçıdır, devam eder "biliyorum biliyorum da nereden"... Sancho Panza ise her sorumuza karşılık bir soru sormak şartıyla kabul eder. Önce "isminiz ne söyleyin hele bir acele etmeyin" der, kendimizi elinde sepetiyle büyükannesine kurabiye götürmek için yola çıkan kırmızı başlıklı kız gibi hissetmemize yol açacak bir ses tonuyla.

Echo Lima India Foxtrout.

"Ah! And my name is Poncho... Spanish y'knoooo!" diyerek kahkaha patlatarak durağın yerini gösterir...

"Geceyi orada mı geçireceksiniz kızlaaar??" diye sorar. Neden sonra Barry Island durağında in ile cinin karşılıklı kriket maçına giriştiğini farkederiz. Elif "bişiy daha sorucam" der. "My telephone number??" der Poncho gözlerini kırpıştırarak... Hayır, kaç saat sürüyor yol diyecektim. 1 saat 55 dakika. Küsuratlı atayım, attığım belli olmasın modu açık. Cardiff Bay'e çarkederek adama el sallarız. Arkamızdan bir ses;

see you tomorrow loooovee!

you wish!

Otobüs şoförünün kurundan sonra bir de firefighter tarafından kurtarılmak kaldı yapılacaklar listesinde. God save the queen yani.

04 Haziran 2010

040610


İngilizlerin ve arapların telefon açıp bizden Türk bayrağı isteyecekleri günler de gelecekmiş demek ki...

Bizdeki bayrakların ebatlarının ufak geleceği ve dolayısıyla rastalı abilerle burkalı ablaların oturup beraber Türk bayrağı boyayacakları günler de gelecekmiş mesela...

Bu sebeple ay ve yıldızın proporsiyonlarını mazur göreceksiniz. Onlara da okutulmuyor ki "bayrak çizim kuralları"...

03 Haziran 2010

030610

....birden bire komik birşey oldu. Ben gene saçma sapan pozlarımdan birini verip elimdeki kahveyi -bu aralar filtre kahveye sardım- dökmemeye çalışırken -ha bu arada french press kavramı bir tek bizde mi vardır nedir?- yanıma bir adam geldi -bizde french press, bunlarda americano... karar verin kardeşim fransız mı amerikan mı? wiki'ye göre aslında italyanmış. bence aslen arap.-

Adamın elinde mikrofon... Şaşırmadınız değil mi? Nereye gitsem bana mikrofon uzatacak birileri oluyor.

Adam- Aah! Here are some beautiful ladies! -vurgu beautiful'da dikkatinizi çekerim-

Neyse, festivale katılacak mısınız, kitap alacak mısınız, nasıl buldunuz bıdı bıdı... Nereden geldiniz dedi hatta, galli aksanıyla Caerdydd dedim. Biraz daha kalsam burada Welsh dilini de söküp gideceğim.

Öyle işte. Elimde çok güzel bir Alice's Adventures in Wonderland and Through the Looking Glass var. Ama ondan daha da güzeli Jean Webster'ın hiçbiryerde bulamadığım "Daddy Long Legs"i... Kaç kişi TRT'de (TV1'de) yayınlanan "Uzun Bacaklı Baba" animesini hatırlıyor?

01 Haziran 2010

010610

Bu da "geçenlerde ben şuradaykene" diye başlayan yazılarımdan biri olacak.

Hiçbir haftasonunu kaçırmayan bendeniz bu haftasonu da Hay-on-Wye'deydim. Orası neresi ki? Orası Galler ile İngiltere sınırında dağların tepesinde minnacık bir köy. Minnacık. Gerçekten. Kaç haneli bilemiyorum. Farzedelim ki 100 haneli. Bundan 30unu çıkarın. Geri kalanların hepsi kitapçı!

Kendinizi Nottinghill filminde Hugh Grant'ın kitapçısında zannedebileceğiniz bir yer. Ufacık kitapçılar. Asma kata çıkınca ahşapın sallandığını hissedebiliyorsunuz, bodrum kattaysa üst kattaki kitaplıklar ve elbette onlarca insan üzerinize düşecek zannedebiliyorsunuz. Ama birşey olmuyor korkmayın! Hatta kahveyle bile girebiliyorsunuz kitap incelemeye.

Kitap almak, okumak, incelemek burada sanat kabul edildiğinden insanlar ellerinde kitaplarla her buldukları yere çökmüşler. O minyatür kitapçılarda dahi bir dolu koltuk, sofa, minder...

Kitapların hemen hepsi 2nci el. İkinci derken aslında "kullanılmış" kelimesini kastediyorum zira 100 senelik kitabın kaç elden geçmiş olabileceğini düşünemedim.

Festival alanı ise köyün biraz daha dışında. "Hay-on-wye" isminden de anlaşılabileceği üzere, festival alanı samanlıklar üzerine kurulmuş olduğu için herkesin ayağında Nikita'nın her gördüğünde dalga geçmeyi adet edindiği "sarı" inşaat çizmelerinin (wellington boots) renkli versiyonlarından vardı. Ben de spor ayakkabılı... Tabi ki hava yağmurlu...

Neyse öyle dolanıp dururken birden bire.........

30 Mayıs 2010

300510

Geçenlerde Londra'da 1001 inventions -muslim heritage in our world- sergisindeydim. Sergi güzel hoştu da, türklerden bir mimar sinan vardı bir de "iznik" çinisi. Bir türk olarak değil de bir kütahyalı olarak bozuldum bu duruma ya, neyse.

Serginin sonunda elimizde bir hatıra olsun diye kahve makinasından 1001 inventions oyun kartı almak için bozukluk aramaya başladım.


Bozukluk ararken gene bozuldum.

Amerikan değilim. Ingiltere doğumlu suriyeliden, ingiltere doğumlu galliden sonra ingiltere doğumlu türkçe bilen bir pakistanlı da "amerikan mısın?" dedi. Hayır brotha. Sadece iki fiver'ın var mı diye sordum.

Ha bir de, her ne kadar beşlikleri çıkmasa da sisterlarına yardım etmeye çalışan entari üstü deri ceketli brotherlara da teşekkürler ... Canınız sağolsun.

Sisterınız size kurban olsun!

27 Mayıs 2010

270510


"If further complaints are received, the matter will be referred to your university, which may jeopardize your degree."

15 Mayıs 2010

150510

Bu benim dairedeki yarım akıllılarla alakalı daha fazla post girmek istemiyordum aslen. Zira yeterince tanıyorsunuz. Sabbaha kadar dans, müzik, booze...

Perşembeyi cumaya bağlayan akşamda, gecenin önemini kutlamak amacıyla gene müziğin sesi tam gaz. Ben de söylemesi ayıp Hilton'dan yemekten gelmişim. Mide şişik, şöyle güzel bir uyku çekmek istemekte gönül...

Saat 01.00 gibi bilgisayarı kapatıp yatayım dedim ama hemen yan taraftaki ortak alandan gelen müzik sesi beynimle halvet olmakta. Hatta masamda duvara yaslanmış duran tepsi basstan dolayı hareket ediyor. Kalktım gittim mutfağa, yan tarafta olduğumu unutmamalarını söyledim. Özür dileyip sesi kıstılar.

Tabi ki ses gene açılmaya devam etti ve 04.00'te Rihanna'nın "Is you big enough?" sözleriyle yataktan kalkaraktan bir gaz gene mutfağa gittim. Dedim guys, uyumam gerek. Saat 04.00. Lütfen şu müziğin sesini kısın. Çocuklardan biri gene özür diledi ve "bizim suçumuz değil" dedi. Ben bu sırada "kimin suçu olduğu çok kıçımdaydı" modunda odama girmiştim bile. Derken tiplerden teki bağırmaya başladı: (simültane tercüme edecem)

- Who's fault is it? (Kimin suçu lan!) She's a fucking muslim! ( *koduğumun müslümanı!)
They and their mosques... They come to Britain... (Onlar ve camileri.. Bir tanecik Britanyamızı işgal ediyorlar!) Yet they find the guts to tell us to turn the music down!" (Sonra da bize müziğin sesini kısmamız için emir verme cesaretini kendilerinde buluyorlar!)

Neyse bir maceramız daha böyle biter. Sabaha hepsi mutfakta sızmış oldukları için Fatıma aç ve uykusuz okula gider... İşler ters gider... Bla bla... Bu da ayrı blog konusu.

13 Mayıs 2010

130510


Eh bu da bir alternatif tabi...
Bence şair burada hamilelere gönderme yapıyor; siz dokuz ay karnınızda taşırsanız ben de dokuz aylıkken arkamda taşırım diye. Hoş, çocuk dokuz aylıktan büyük gibi duruyor. Yine de dişlerini saymadan kesin birşey söyleyemeyeceğim.

11 Mayıs 2010

110510

Mart ayı kedilerin, mayıs ayı da kuğuların üreme dönemiymiş... Bu kadar hayvanlar alemi bilgisi benim şehirli bünyeye fazla geldi. Sincapların şarkı söyleyemediğini öğrendiğimden bu yana daha bir ay geçmemişti halbuki.

*estirigonyak. balabalabalaa.*

09 Mayıs 2010

090510

Hemen her evin bir bahçesi olunca, bu adamlarda da bahçe bakımı gibi bir çılgınlık oluyor. Hatta bizim BİM mukabilindeki LIDL'da patates bulamadığın dönemde bile tohum, toprak, gübre bulabilmek mümkün.
Tamam, lale daha bir hoş duruyor ama İstanbul'da lale festivali varsa burada da "daffodil"(narcissus) festivali var. Ve evet, bu adamlar illa söylenmesi zor bir çiçek seçmek zorundalar!

Herneyse. Adamların festivalden anladıkları, her bir sponsorun bir demet daffodil dikmesi ve koca Bute Park'ın yarısının bahçecilikle alakalı eşyaların satıldığı kocaman bir markete dönüşmesi... Hatta yaşlı tintin teyzeler aldıkları boylarından büyük bitkileri taşımak için golf arabalarıyla geziyorlardı parkın içinde ki görülmeye değer!

Festival dönemi bizimkilerden farksız. Heryer daffodil maketleri, afişleri, bayrakları dolu. Bütün bakkallarda gerek saksıda gerek bukette satılıyor. Neden daffodil derseniz, Gallerin üç sembolü var temelde; Ejderha, Pırasa ve Daffodil. Merak etmeyin bu üç kelimeyi kullanarak bir kompozisyon yazmanızı istemeyeceğim. Ben de zaten hala aradaki bağlantıyı kurabilmiş değilim. Hadi bitkiyi ejderhayı anladım da...

...bir yerin sembolü nasıl pırasa olabilir yahu?

07 Mayıs 2010

070510



Geçenlerde yanımdan geçen bir kamyonunun arkasında öyle bir yazı gördüm ki temel fıkralarını aratır cinsten...

"No tools stored in this vehicle over night" (Türkçesi; buraya hazine gömülü değil...)

Bir de buralarda devam etmekte olan bir seçim süreci varmış sanırım. Sanırım diyorum çünkü her seçim döneminde etrafta okuma bayramı şenliği modunda sokaklar görmeye alışmış bünye pekbirşey görememeyi yadırgıyor. Tek tük evlerin bahçesinde şekil 1-a'da gördüğünüz direklere rastlayabiliyorsunuz.

Hatta ben bu direkleri, daha önceden satılık/kiralık ilanları zannederek esgeçmese ve o gece gerçeğin idrakına varıp fotoğraf çekmekle uğraşmasaydım, galli götü göremeyecektim.

Kısfmet.

not: an itibariyle "sandıkların açılması" hala devam ediyor.

05 Mayıs 2010

050510

Sonunda bu da oldu...

Balkabağına dönüşmeme dakikalar kala, bu kadar saat okulda nasıl kaldığımı hesaplayarak bir yandan da koşar adım yurttaki odama varmaya çalışıyordum. Hava da buz gibi.

Tam yurdun sınırlarına girdim ki yanımdan bir taksi geçerek 25 metre öteme parketti. Taksinin arka kapılar açıldı ama çıkan yok. Yavaşladım. Bakıyorum ne olacak diye. Taksiden dışarı resmen bir sağa bir sola sallanan iki adet tiineyc kız indi. Kapıyı kapatmaları ne kadar sürdü hatırlayamıyorum. Belki de şoför inip kapatmıştır. Bilemeyeceğim. Çünkü o sırada gözüme ışık giriyordu. Gece aydınlatması, kaldırımın kenarında kusmakla meşgul olan kızların çıplak götlerinden suratıma yansıyordu. Anlayacağınız üzre kızlar ya altlarına birşey giymeden çıkmışlardı ya da o akşam gittikleri barın sahibi, yarın çöplerle beraber bu kızların kıyafetlerini dışarı çıkaracaktı.

Edinburgh'daki parti otobüsünün camına peynir beyazı götünü (çok sevdiğim bir peynir türünü, bu adamların güney kısımlarıyla aynı cümlede kullandığım için mazur görünüz) yapıştıran iskoçlar, swansea'de meydanda tangalarıyla şov yapan ingilizlerden sonra sonunda bir galli götü de görmüş oldum.

Not: hepsi birbirine benziyor.