Pages

20 Haziran 2010

200610

eski köye yeni adet getirmeye çalışmıyorum tabi.

türk insanının doğuştan "pazardan alışveriş etme" tuşu açık. doğal olarak, pazar sabahı 7 de uyanmak da gerekse, 40 dakika yol yürümek de gerekse... yine de pazar poşetleri kollarda, crocslar ayaklarda biz gideriz pazara!

tabi bu pazarın salı pazarıyla perşembe pazarıyla alakası çok yok. içerik olarak en azından. domates, biber bulmak da mümkün ama domatesler cherry, biberlerin rengi ise bir garip (zaten taneyle satılıyorlar). Sebze arıyorsanız parnship ve celery...

bugün 3 ananas veya 4 mango veya 1 lbs (yaklaşık yarım kilo) lychee veya 1 lbs rhubarb 1 pound idi. iki demet water cress'i de 1.5 pounda satıyorlardı.

Ananas bildiğimiz ananas, mangoyu yemeyenler ve benim gibi "aa bu avokado mu" diyenler için siz de yanılgıya düşmeyin, buyrun fotoğrafı;

Parnship, yaban havucu. Türkiye de yemediydim. Beyaz havuç. Havucun maydanoz familyasından geldiğini bilenler tadını garipsemeyeceklerdir zira maydanozla havuç arası birşey.

Celery dediğimiz kereviz. Ee bunun nesi farklı? diyenler olabilir. Burada bizim yediğimiz kerevizin sapını yiyorlar sadece. Geldiğimde iki defa gövdeden bulup aldıydım da şu sıralar ara ki kerevizin gövdesini bulasın. Bildiğiniz ince uzun yeşil saplar, tadı kerevize benziyor ama burada onu da çiğden yiyorlar.

Lychee denilen hadise bir çeşit "berry" olmakta. çilek, böğürtlen arası birşey hayal edin.

Rhubarb veya türkçeleştirilmiş haliyle "ışgın" jamie oliver'ın da nigella lawson'ın da pek sıklıkla kullandıkları bir meyve olmakla beraber, tatlımsı görünümü altında aslında bir erik yatıyor. tuzlayıp katır kutur yiyorsunuz. bu da hamide teyzenin ışgınla buluşması. yüz kaslarından da anlaşılabileceği üzere kendileri oldukça ekşi!


water cress; ingilizlerin marulu. hemen her üçgen sandviçin içine itinayla "british cress" diye doğrar koyarlar. bildiğiniz ot. ot yani. nasıl bir tadı olabilir ki.

üfürükten teyyare modunda, bu besin öğeleriylen sallamasyon nasıl yemek yapıyorum bir görseniz ağzınız açık kalır.

- fatima ne bu?
- kremalı parnship ve celery'li ıspanaklı krep...
- bu tatlı ne ola ki?
- aa ışgınlı yoğurt o!
- balığın (pollock/ cod) üstündeki turuncu şey ne?
- mandalina!

09 Haziran 2010

070610

Sıradaki hikayenin kahramanları Elif'le Fatima. Ama daha çok Elif. E-L-I-F; Echo Lima India Foxtrout...

Güneşin nadiren yüzünü gösterdiği bir öğleden sonra Elif'le Fatima deniz havası alalım diye Barry Island'a gitmeye karar verirler. Vaktin geç, mekanın İngiltere olduğunu unutup otobüs durağına giderler. Barry Island'a giden otobüsün yanlarından basıp gidişine şahit olduktan sonra büyük bir azimle ikinci otobüse binmeye karar verirler ama ne otobüs durağının yerini ne de otobüsün numarasını bilmektedirler.

Sonra Elif friendly gözüken bir şoföre bodoslama dalar; "Barry Island otobüsü nereden kalkıyor?" Sancho Panza kılıklı adam "Otobüs durağından!" diye dahice bir yanıt verir. Elif inatçıdır, devam eder "biliyorum biliyorum da nereden"... Sancho Panza ise her sorumuza karşılık bir soru sormak şartıyla kabul eder. Önce "isminiz ne söyleyin hele bir acele etmeyin" der, kendimizi elinde sepetiyle büyükannesine kurabiye götürmek için yola çıkan kırmızı başlıklı kız gibi hissetmemize yol açacak bir ses tonuyla.

Echo Lima India Foxtrout.

"Ah! And my name is Poncho... Spanish y'knoooo!" diyerek kahkaha patlatarak durağın yerini gösterir...

"Geceyi orada mı geçireceksiniz kızlaaar??" diye sorar. Neden sonra Barry Island durağında in ile cinin karşılıklı kriket maçına giriştiğini farkederiz. Elif "bişiy daha sorucam" der. "My telephone number??" der Poncho gözlerini kırpıştırarak... Hayır, kaç saat sürüyor yol diyecektim. 1 saat 55 dakika. Küsuratlı atayım, attığım belli olmasın modu açık. Cardiff Bay'e çarkederek adama el sallarız. Arkamızdan bir ses;

see you tomorrow loooovee!

you wish!

Otobüs şoförünün kurundan sonra bir de firefighter tarafından kurtarılmak kaldı yapılacaklar listesinde. God save the queen yani.

04 Haziran 2010

040610


İngilizlerin ve arapların telefon açıp bizden Türk bayrağı isteyecekleri günler de gelecekmiş demek ki...

Bizdeki bayrakların ebatlarının ufak geleceği ve dolayısıyla rastalı abilerle burkalı ablaların oturup beraber Türk bayrağı boyayacakları günler de gelecekmiş mesela...

Bu sebeple ay ve yıldızın proporsiyonlarını mazur göreceksiniz. Onlara da okutulmuyor ki "bayrak çizim kuralları"...

03 Haziran 2010

030610

....birden bire komik birşey oldu. Ben gene saçma sapan pozlarımdan birini verip elimdeki kahveyi -bu aralar filtre kahveye sardım- dökmemeye çalışırken -ha bu arada french press kavramı bir tek bizde mi vardır nedir?- yanıma bir adam geldi -bizde french press, bunlarda americano... karar verin kardeşim fransız mı amerikan mı? wiki'ye göre aslında italyanmış. bence aslen arap.-

Adamın elinde mikrofon... Şaşırmadınız değil mi? Nereye gitsem bana mikrofon uzatacak birileri oluyor.

Adam- Aah! Here are some beautiful ladies! -vurgu beautiful'da dikkatinizi çekerim-

Neyse, festivale katılacak mısınız, kitap alacak mısınız, nasıl buldunuz bıdı bıdı... Nereden geldiniz dedi hatta, galli aksanıyla Caerdydd dedim. Biraz daha kalsam burada Welsh dilini de söküp gideceğim.

Öyle işte. Elimde çok güzel bir Alice's Adventures in Wonderland and Through the Looking Glass var. Ama ondan daha da güzeli Jean Webster'ın hiçbiryerde bulamadığım "Daddy Long Legs"i... Kaç kişi TRT'de (TV1'de) yayınlanan "Uzun Bacaklı Baba" animesini hatırlıyor?

01 Haziran 2010

010610

Bu da "geçenlerde ben şuradaykene" diye başlayan yazılarımdan biri olacak.

Hiçbir haftasonunu kaçırmayan bendeniz bu haftasonu da Hay-on-Wye'deydim. Orası neresi ki? Orası Galler ile İngiltere sınırında dağların tepesinde minnacık bir köy. Minnacık. Gerçekten. Kaç haneli bilemiyorum. Farzedelim ki 100 haneli. Bundan 30unu çıkarın. Geri kalanların hepsi kitapçı!

Kendinizi Nottinghill filminde Hugh Grant'ın kitapçısında zannedebileceğiniz bir yer. Ufacık kitapçılar. Asma kata çıkınca ahşapın sallandığını hissedebiliyorsunuz, bodrum kattaysa üst kattaki kitaplıklar ve elbette onlarca insan üzerinize düşecek zannedebiliyorsunuz. Ama birşey olmuyor korkmayın! Hatta kahveyle bile girebiliyorsunuz kitap incelemeye.

Kitap almak, okumak, incelemek burada sanat kabul edildiğinden insanlar ellerinde kitaplarla her buldukları yere çökmüşler. O minyatür kitapçılarda dahi bir dolu koltuk, sofa, minder...

Kitapların hemen hepsi 2nci el. İkinci derken aslında "kullanılmış" kelimesini kastediyorum zira 100 senelik kitabın kaç elden geçmiş olabileceğini düşünemedim.

Festival alanı ise köyün biraz daha dışında. "Hay-on-wye" isminden de anlaşılabileceği üzere, festival alanı samanlıklar üzerine kurulmuş olduğu için herkesin ayağında Nikita'nın her gördüğünde dalga geçmeyi adet edindiği "sarı" inşaat çizmelerinin (wellington boots) renkli versiyonlarından vardı. Ben de spor ayakkabılı... Tabi ki hava yağmurlu...

Neyse öyle dolanıp dururken birden bire.........