Pages

27 Eylül 2014

270914

Bloggerla tanışmamın 10ncu senesini doldurdum bu ay.

On sene once, hala "teen"li yaşlarımdayken "kidinmind" tamlaması pek hoşuma gitmişti. O dönemler böyle atraksiyonlu isimler pek modaydı. Fatima-maniac; fatimaniac (1999'da aldığım ilk mail adresim olarak hala güncelliğini korur. Tüm internet sitelerine verilen, formlarda doldurulan kolpa adresim de budur). 

Kidinmind da böyle bir zeka pırıltısını (!?) barındırıyor; kid-in-mind ve kidding-mind. Anarşist takılıp, otla bokla dalga geçtiğim dönemler... Allah'tan o dönemlerin genel modasına uyup "Ewime geldim we wanilyalı dondurma yedim" gidip ergen "w" kullanımlarına girmemişim. Özgüvenim de tavanda, kendimi akıllardaki velet ilan etmişim. Doğru olan bir velet olduğum gerçeği, akıllarda olmaktan ziyade. 

Aklıma üniversitedeki ilk senemdeyken, protez hocamın benim 3 numaraya vurulmuş kafama hitaben "uzaktan bakınca kız çocuğu musun, erkek çocuğu musun anlaşılmıyor. Ama yakına gelince kız çocuğuymuşsun meğer" demesi gelir. Adam kız mıyım erkek miyim karar verememiş ama çocuk olduğuma karar vermiş. Haklı. Fakülteye girdiğimde reşit bile değildim. Çoğu reşitliğini yeni kazanmış vatan evladının bilip hatırladığı tek hükümet partisinin seçildiği ilk seçimde de oy kullanamamıştım hatta.

Geçenlerde yeni çocuğu olan arkadaşlardan bir tanesi "vaktiyle çok havalıydım, şimdi bildiğin teyzeyim" dediydi. Evet, sanırım bizim o dönemlerdeki yaşlarımızda olan gençlik, altında pijamasıyla parkta bebe sallayan bu teyzelerin vaktiyle Dio'ya, Opeth'e kafa sallamış olabileceklerini düşünmüyorlar. Zalimsin zaman.

23 Eylül 2014

230914

Dün, fakültede rüştünü yeni ispat etmiş/henüz edememiş birinci sınıf öğrencilerine önlük giydirdim. Son iki senedir, üstüme bir cüppe, elime bir önlük verip açılış törenine salıyorlar sağolsunlar. Bayık ve beylik açılış konuşmalarını takiben gidip giydiriyoruz öğrencileri. Hayalim aslında birinci sınıf öğrencilerinin dehşetle açılmış gözleri ve velilerinin kapatamadıkları ağızlarına nazır, aslında okulda onları nelerin beklediğine dair şöyle gerçekçi bir konuşma yapmak. Kimse onlara sabunla kadın çorabı arasındaki korelasyonu anlatmıyor.

Geçenlerde, dişhekimliğini kazanmış bir çocuğu, benim de dişhekimi olmamadan sebep, yanıma yolladılar, "ablası, bir dişçiliği anlat."

Çocuğa verdim randevu, 15 dakika geç kaldı. Sonra odamın kapısını çalmadan girdi, "fatima b. misiniz?" dedi, kafa salladım, girdi çat diye oturdu karşımdaki koltuğa.

Dedim ki "çocuk" (böyle demedim, ama az abartı payı olsun). Dişhekimliğinde bir numaralı kural hiyerarşidir. Öncelikle geç kaldın. Sonra kapımı çalmadan girdin, sonra da izin verilmeden oturdun. Kapıyı çalınca da "fatima b mi?" değil "fatima hocayla mı görüşüyorum?" demen gerekiyor. Çocuk mosmor bir yüz ve düşmüş bir suratla kalakaldı. İşte dişhekimliği gerçeği bu dedim. Madem kazanmışsın, artık alışsan iyi olur.

*restless soul, enjoy your youth!

17 Aralık 2013

171213

Gün 17. Bugüne kadar yaptığınız en güzel tatili yarattığınız bir karakter yaşamış gibi anlatın.

(Bugün erkek kardeşimin 20nci yaşgünü.)

Alarm çalmadan gözleri açıldı. Komodinin üzerinde duran saatini aldı, baktı, Türkiye'de saat kaç diye bir hesaplama yaptı. Güldü. Telefonuna bakmak zorunda olmadığını düşündü. Bu saatte kim arar ki! Kocaman yatakta yaylanırken, bu memleketin de herşeyi extra large diye düşünüyordu. Yatağın ayakucunda duran devasa bir televizyon, onun altında duran bir ipod standı, kahve makinası ve mikrodalga fırın, aslında genel olarak pek çok şeyi özetliyordu. Supersize me! Nikita'yı uyandırdı.

On dakika içinde hazırlanıp kahvaltıya indiler. İki kruvasan arasına peynir koyup yiyecek kadar açlardı. Bu sırada CNN hava durumunu sunuyordu. Hava kapalı, yer yer sağanak yağışlı. Yağmurlukları giyelim, şemsiyeleri de çantaya koyalım, diye kafasında planlar yapıp, eline de bir muz kapıp odaya geri çıktı.

"Bu Ghetto'da da nasıl böyle güzel bir otel yapmışlar, mekan pek tekin gözükmüyor halbuki, heryerde CCTV var." diye düşünüyordu. Sokaktaki tek beyaz kendisi ve Nikita idi. Gerçi, onları da caucasian saymıyorlardı! Dar bir tayt giymiş, ekstra ekstra large siyahi bir ablanın arkasından kafasını yatırıp gelen treni görmeye çalıştı. Sonra da bindiler, cebinden tuzlu fıstıkları çıkarıp bir bir yemeye başladı. Üç sayıda bir de Nikita'ya takdim ediyordu. Bu ülke, insanı yemeye teşvik ediyordu!

Bugünkü durak, Museum of Natural History idi. Gezdi, eğlendi, yeri geldi goril takliti yaptı, yeri geldi karıncayiyen... Nikita'yla beraber bugüne kadar orada çekilmiş filmleri; Squid and Whale'ı, Night at the Museum'ı anarak, junior lise öğrencileriyle beraber exhibitionlara katıldılar. Fıstık yemeye devam ettiler.

Sonra çıktılar, gökyüzü bulutlu ama yağmursuzdu. Residential muhitte ara sokaklarda dolaştılar, kayboldular. Semt pazarlarının içlerinden geçtiler. Acıktılar, Carnegie Deli'de kocaman sandviç, ve inanılmaz lezzetli pickle'ları yiyip, kahve yudumladılar. Kahve bittikçe üstünü tamamlıyorlardı. Filmlerdeki gibi diye düşündü Kiddo. Masadan kalktıklarında "These streets will make you feel brand new, big lights will inspire you..." diye mırıldanıyordu.

Sonra durdu, Nikita'ya döndü; "fazla fıstık ve fazla kahve midemi bozmuş olabilir" dedi ve ikili tuvalet aramaya koyuldular.


16 Aralık 2013

161213

Gün 16. Son yediğiniz yemeği tüm detaylarıyla anlatın, ağzımız sulansın.

Son yediğim yemek bildiğiniz "türlü"ydü. Dolayısıyla anlatsam öyle ağız sulandıracak bir durumu yok. Ağız sulanması demişken, belki konsept itibariyledir bilemiyorum, Kale'de yediğim çiğbörekler bana bir lezzetli geliyor, bir lezzetli geliyor ki anlatamam.

Sabahın köründe o yolu gelip, (pencereleri de indirince, içeriye boğaz havası doluyor gerçi), deniz tarafında bir de masa bulduysam, değmeyin keyfime. Daha ç demeden gelen çaylar, ortaya döşenen domates ve acı yeşil biberden oluşan söğüş, içinde zeytinli, çikolatalı, mısırlı ve envai çeşit ufak ekmekcik bulunduran ekmek sepeti aslında daha hiçbirşey söylemesen de olur diyor ama... Olmaz.

Dediğim gibi, olayın güzelliği konseptten de ileri geliyor olabilir. Genelde Nikita ile, öğrencilik senelerinde haftaiçi tenha iken gittiğimiz bu mekan, daha sonra, ikimizin de izinli olduğu haftaiçi günlerine bıraktı yerini. Haftasonu hemen hemen hiç gitmiyorduk. Kalabalık olmasın, yanımızda masa bekleyen insanların stresiyle lokmalar boğazımızda düğümlenmesin diye.

Şimdilerde, haftaiçi kahvaltı yapma şansımız yok. Hatta bu sabah beraber kahvaltı edebilmek adına, 05:00'da dürttüm Nikita'yı, lakin gözkapaklarını bile kaldırmadı. 

En yakın zamanda sevdiklerinizle başbaşa sakin ve huzurlu bir kahvaltı diliyorum. Kendime. Boğaz kenarında. Lezzetli de olsun. 

15 Aralık 2013

151213

Gün 15. İyi ya da kötü, herhangi bir çocukluk anınıza yeniden hayat verin, bugünkü içgörülerinizle tekrar bakın.


Sene 1992. Ablam da ben de okullu olduğumuz ve kızkardeşim de küçük olduğu için annem, İstanbul'da bizimle ilgilenirken, babam Cardiff'te "visiting professor" olarak görev yapıyor. Yaz tatilinin başlamasıyla beraber, ma-aile babamın yanına gidiyoruz, yazı geçirmek üzere.

Annemle beraber hergün bir keşif halindeyiz. Orada burada dolaşıyoruz. Dışarıda yemek yemiyoruz (neyin çinde ne olduğu belli değil çünkü!). Birgün yine bu keşiflerden birinde, o zaman henüz Türkiye'de olmayan bir İngiliz markası olan "Marks and Spencer"a giriyoruz. Çocuk bölümünde çizgifilm açık. Ben de raflardan birini sandalye belleyip oturuyorum. Annem de beni ablama emanet edip, başka bir şey bakmak üzere ayrılıyor. Çizgifilm 2 dk sonra bitiyor ve başa dönüyor. Sıkılıyorum. Sağıma bakıyorum kimse yok, soluma bakıyorum kimse yok! Ayağa kalkıp katta dört dönüyorum; kimse yok! Eyvah, annemler beni unutup gittiler! (Fazla Evde Tek Başına filmi izlememek lazım)

Annemler eve gitmiş olmalılar. Hemen çıkıp eve gitmeliyim. Trafik tersine akıyor, unutma. Işıklarda bekle. Ve evet eve geldim. Ağlıyorum. Kapı komşumuz olan Brezilyalı kadın beni görüyor. Yanıma geliyor. "Mom.. Mom..." diye ağlıyorum. Kadın durumu hemen çözüyor. Parmaklarıyla yürüyen adam taklidi yapıyor ve saati gösteriyor. Kısacası, biraz bekle, annen çıkıp gelecektir diyor. Brezilyalı kadının oğlu da yanıma oturuyor. Kadın soruyor "water?" Nooo, nooo.. diyorum. Sonra vazgeçiyorum, aslında çok da susadım. Tam yes diyecekken kadın "Biscuits?" diye soruyor. Bisküvi istediğimi zannedip önüme getiriveriyor. Yiyorum, ağlıyorum. Annem beni nasıl unutur? Derken annem yüzünde görüp görebileceğim en büyük telaş ifadesiyle holde beliriyor. Bana sarılıyor. Kızacağını zannediyorum ama sadece sarılıyor. Brezilyalı komşumuz annemin eteğinin ucunu tutup elime veriyor. Bana aslında anneni asla bırakma diyor.

Benim yokluğumda annem defalarca kez anons yaptırmış M&S'da. İngilizce anons geçmişler, müşteri ve çalışanlardan gören olursa diye. Sonra Türkçe anons geçmişler, ben duyarsam diye.

***

Sene 2013. Bir kongre sebebiyle Lizbon'dayız. Ürdünlü arkadaşlarımızla buluşup ailecek (Nikita - B. ve ben) bir akşam yemeği yeme planları yapıyoruz. Arkadaş, H&M'den birşeyler bakmak istediğini söylüyor Ürdün'de bıraktığı çocukları için. Giriyoruz mağazaya. Benim baktığım eşyalar rafların arasında bir standın üzerine konmuş. Standın altında da çocuk ayakkabıları. B. ayakkabılara bayılır. Ayağındaki terlikleri çıkarıp onları denemeye çalışıyor. Çok eğleniyor.

Ben de 12-18 ay aralığında eşofman altı bakıyorum ona. Ay aralığını bulamayınca standın arkasına geçiyorum, Nikita geliyor o sırada. El sallıyorum. "B. nerede?" diyor. Standın önünü işaret ederek "orada" diyorum. "Hayır yok" diyor ve beynimden aşağıya kaynar sular akıyor. İlk aklıma gelen çocuğumun kaçırılmış olması. Lizbon'da hem de! Bağırmaya başlıyorum "B. nerdesin?" diye. Kattaki herkes telaşlanıyor. Herkes B.'yi aramaya başlıyor. Rafların arasına giremiyorum, açıklıktan geçer ve göremezsem diye. Paralize olmuş gibi kalıyorum. İnsanlar gelip soruyorlar, neredeydi ne giyiyordu vs diye. Kızımın üstünde ne olduğunu düşünüyorum, terlemişti, değiştirmiştim... Buradaydı, 10 saniye sürmedi standın arkasına geçmem diyorum. Eğilip bakıyorum standın altına. B. orada. Benimle oyun oynuyor! Sessizce, standın duvarla birleşen köşesindeki oyuğa girmiş, elinde de ayakkabıyı tutup kıkırdıyor.

Totalde bir dakikayı geçmeyen bu olayla beraber 5 yaş birden yaşlanıyorum. Kaybolduğum 15 dakika içerisinde annemin nasıl hissettiğini düşünemiyorum bile.

14 Aralık 2013

141213

Gün 14. “Fırtınalı ve karanlık bir geceydi…” Yazıya bununla başlıyoruz, sonra neler oluyor bakıyoruz.

Firtinali ve karanlik bir geceydi. Aslinda o kadar da karanlik degildi, cunku disarida tipi yagiyordu. Camlara tikir tikir vuran seylerin dolu olma ihtimali de yuksekti gerci ama yerde biriken beyaz seyler, akla ilk olarak "kar yagisi"ni getiriyordu.

Iste gecen sali gecesi aynen boyleydi.

Eskiden olsa televizyonun karsisinda altyazi gecmesini beklerdim, valilikyen tatil karari cikacak mi diye. Simdiyse elimdeki akilli telefondan (teknoloji oyle sacma bir hizla ilerliyor ki, yarin obur gun ohaa o takoz telefonu mu kullaniyormusum demek namina burada marka da verecegim; iphone 5'ten) marmara universitesinin sayfasini refresh edip durdum. Birkac defa java ayarlarim pop-uplara izin vermiyordur belki diyerek duyurular kismina bile girdim ama nafile.

Carsamba sabah 09:00da 2lerin vize oncesi son dersine es-es kanunu geregi girecegiz. Uyu uyuyabilirsen.

Ha uyudum tabi, o ayri. Hatta sabah kalktim, etraf bembeyaz. Ninja gibi giyindim, atki eldiven, asker botlari, yunlu iclik vs (detaya girmeyeyim). Uskudardan besiktas vapuruna binerken ruzgar beni denize savurmadi, sanirim botlar agirlik yaptigindan yerden havalanamadim bir turlu. Akaretlerden dolmuslar yukari cikmadi, stadin yanindan cikmayi denedik, arabalar geri kayiyordu. Nisantasinda inip o son 500 metreye yayan girdigimdeyse kufur dagarcigimdaki herseyi yuksek sesle soyluyordum. Bu havada buraya gelenin de getirenin de derken fakulteye ulastim.

Kayit bankosunun onunde kuyruk vardi.

13 Aralık 2013

131213


Gün 13. Hep hayalini kurduğunuz evde yaşıyor olsanız nasıl bir şey olurdu onu yazın.

Pinterest'i takip eder misiniz?

Pinterest benim her aksam elime aldigim, her elime aldigimdaysa farkli bir sayisini okudugum bir ev dekorasyon dergisi gibi. Oradan oraya tiklayip, "benzer paylasimlar"a basa basa Arif'in Manchester'a attigi gole gelebilecek kadar ucsuz bucaksiz bir yer.

Hele bir de "my dream home" (hayalimdeki ev) baslikli pinler var ki insanin hayaline olmayacak ev fikirleri sokuyor. Kapitalizm ha? 

Cehalet mutluluktur. Bunu bilir, bunu soylerim. Iste ispati: 1995 senesinden bir saheser;

Zigon sehpa ustune oturtulmus tuplu televizyonun altindan sarkan dantel detayini kacirmayiniz lutfen! Ve tabi ki ahizeli, kablolu (ve yine dantel uzerine oturtulmus) telefonu da. Bir dantel de calisma masasinin ustune atmisim. Icimdeki anneyi ben 1995 senesinde launch etmisim aslinda, haberim yokmus.